Tutunacak Dal



Sınıf hareketinin dünya ölçeğinde de üzerindeki ölü toprağı dünya ölçeğinde de yavaş yavaş atmaya başladığı bir dönemde sadece sömürüsüz bir dünya isteyenlerin değil mevcut şartlardan da bunalanların emek ve sermaye çelişkisine doğru bakması her geçen gün daha kolaylaşır hale geliyor.


Cihan Çetin

Pandemi, orman yangını, deprem… derken çürümüş sistem her yandan patlıyor. Patlıyor patlamasına ama bedeli çok ağır olduğu kadar bu karşı akımı durduracak -tüm iyi niyetlerden bağımsız olarak-, elle tutulur somut bir güç de ortada yok henüz. 

Maraş depreminde ortaya çıkan mahşer manzaralarından sonra nihilizm (hiçlik felsefesi) bir adım ötemizde duruyor. Bir kişi oraya adım atarsa ne o kişiyi tutacak halimiz kaldı ne de isteğimiz. İdeolojik sağlamlık teorik tartışmalarla değil bizzat yaşam tarafından sınanıyor. 

Çürütülen bilime karşı bilim

Jeolog Naci Görür Maraş depreminin kendisine çok kısa sürede haber verildiğini, haberi aldıktan sonra hüngür hüngür ağladığını söyledi canlı yayınlarda. Ağlamasının nedeni ise 20 yıldır her platformda geleceğini ve yıkımın da büyük olacağını söylediği depreme karşı devletin, yerel kurumların kılını kıpırdatmamış olmasıydı. Göz göre göre gelen ölümlere ağlıyordu Naci Görür. 

Sadece Türkiye’de ve sadece AKP değil bilimi çürüten. Emperyalist kapitalizmin neoliberal birikim sürecinde bilimsel faaliyet tamamen piyasa koşullarına bağlandı. Bu noktada bilim sadece kâr getiren keşiflerin peşinden koşmaya sürüklendi. Sağladığı korkunç kâr nedeniyle Korona’ya karşı geliştirilen BioNTech aşısının patentinin bağışlanmaması, sermayenin elinde tutması en taze ve büyük olaylardan birisi olarak hafızalarımızda. 

Bilimin sermayenin hizmetine sunulmasının bir noktası da bilimsel gibi gözüken ama aslında daha ilk anda bile her yanından patlayan argümanların, komplo teorileri düzeyinde ciddi taraftar bulmasıdır. Maraş depreminden sonra HAARP gibi abuk sabuk bir teknolojinin yeniden dolaşıma geçmesini bir yana bırakalım, Uzay Ajansı Başkanı Serdar Hüseyin Yıldırım’ın depremden çok önce yaptığı bir konuşmada dillendirdiği “uzaydan atılan titanyum çubuk” zırvası bile savunuldu. Yine hatırlatalım Korona günlerinde sol çevrelerde dahi aşı karşıtlığı ciddi bir sayıya ulaşmıştı. 

Bilimin en temel aşamaları olan hipotez, tez, bilimsel araştırma teknikleri, bilimsel kanıt gibi adımlar dahi bir mesleğin pratisyenleri tarafından tersyüz ediliyor. Örneğin, bir hekim Korona aşılarının yan etkilerine dair bin tane akademik makaleyi listeleyip aşı karşıtlığına malzeme yaparken o bin çalışmadaki vaka sayısının toplamının aşılarda beklenen olası yan etkilerinden, etkilenecek kişi sayısının toplamından bile daha az olduğunu göremiyor. Bilimsel yayın olmasını yeter sebep sayıp aşı karşıtlığı çığırtkanlığı yapabiliyor. 

Bilimin çürümesi sadece üniversitelerle sınırlı kalmadı elbette. Türk tekelci burjuvazisi eğitimin liberal sınırlarında dahi kendisine karşıt olanı üretme riskini de bildiğinden lise hata ortaokul eğitiminde temel bilim eğitimini ya sulandırdı ya da işlevsizleştirdi. Sonuç olarak bilim ya robot teknolojisiyle sınırlandı ya da “dua ile büyüyen bitkiler” gibi projelere kapılar ardına kadar açıldı. 

Sosyal bilimlerin geldiği duruma ise hiç girmiyoruz. Sadece şunu söylemek yeterli: Dünyanın en anlı şanlı üniversiteleri için bile psikoloji gibi para getiren, para kazandıracak bölümler harici sosyal bilimler kambur olarak görülüyor. 

Bilimin geldiği bu noktada neyin bilimsel kabul edileceği bile tartışmalı olmaya başladı. Akademik ünvanları profesör olanların bile saçmaladığı bu süreçte meslek odaları; toplumsal yararı gözeten akademisyenlerin bilimsel çalışmaları, açıklamaları güvenilirlik açısından daha önemli bir hale gelmeye başladı.

Meslek odaları ve bağımsız araştırmacılar sadece bilimsel çalışmaları sırasında değil çalışmalarını kamuoyuna duyurmada da bilimin çürümüşlüğüne karşı tarihsel olarak zor bir görev üstlendiler ve sürdürüyorlar. Deprem, sağlık vb. meselelerde ortalama bilimsel bilgimizin yetmediği durumlarda bu türden kurum ve kişilere öncelikle güvenmek durumundayız.

İfade özgürlüğüne karşı özgürlüğün ifadesi 

İfade özgürlüğü burjuva liberalizmin amentülerinin başında gelir. Ancak emperyalist kapitalizmin neoliberal birikim modelinde ifade özgürlüğü iki noktada tırpanladı. Birincisi, ifadenin eylemle bağı kopartıldı. Böyle burjuvazi eylem içermeyen ifadenin ortaya konmasını bahşeder hale geldi. İkinci tırpan ise neoliberal ideolojinin olmazsa olmazı haline geldi: Yaklaşık son 20 yıldır dünyanın her yerinde her türden gerici söylemin ifade özgürlüğü adı altında baraj kapakları açıldı. 

Gericiliğin ifade özgürlüğü altında devlet koruması altına girmesi en başta bilimin altının oyulmasına olanak sağladı. Din-bilim çatışmasında kapitalizmin yarattığı her türden yıkımın toplum nezdinde meşrulaştırılmasının da yolu açılmış oldu. 

Bununla birlikte emperyalizmin tekelleşmesinin hızı ve zorunluluğu arttığı ölçüde -Türkiye dahil- devletlerin faşizmin birkaç tonunda kitleleri manipüle etme, örgütleme, harekete geçirme olanakları da muazzam ölçüde artmaya başladı. 

Her türden gericilik sadece bilim ve siyasetle sınırlı kalmadı elbette. Yaşamın her alanına nüfuz eden, kendisi dışındaki herkesi hizaya çekmeye çalışan bir aparata dönüştü. Öyle ki, günümüzün ünlüleri bir dost meclisinde hatıra olsun diye çektirdikleri ve sosyal medyada paylaşmak istedikleri fotoğraf sofradaki içki bardaklarını saklar hale geldi. Veya “evlatlık çocukla evlenilebileceği”ne dair sapkınlığa inanç özgürlüğü adına yer açılmakla kalmadı, bu akla biat edilmesi istendi. 

Dünya artık 1930’ların dünyası değil, dolayısıyla faşizm da artık faşizmin çözümlenmesinde de kalıpçı, statik yorumlarla yetinemeyiz. Faşizmle sınırlı kalmamakla birlikte dünya gericiliği de çok boyutlandı, değişti, hızlandı, kitleselleşti. Öyle ki TKP adına çökmüş bir grup, gericiliğe karşı olma adına TKP’nin kurucularını katleden Kemalizm’e övgüler düzmekten çekinmezken; çevrede demokrat, hümanist olarak bilinen kişiler mesele mülteci olunca içinden çıkan canavarlığın, düşmanlığın teorisini yapabiliyor. Bunun yanına bir de devrimcilik adına tarihin geçmişine saplanıp katılaşanları da eklediğimizde gericiliğin çapı ve etkisi insanı dehşete düşürecek boyutta. Ve tüm bunlar moda tabirle “ortamlarda” cirit atıyor.

Her türden gericiliğe her alanda, her mecrada katı, öncesiz sonrasız (laiklik gibi) ilkelerle değil ortaya çıktığı zeminin gerçekliği ve o gerçekliğin zorunluluğu ile karşı çıkılması gerekir. Çünkü özgürlük nasıl zorunluluğun kavranması ise gericiliğin kendini tarif ettiği ve hatta elde ettiği güç ne kadar güçlü gözükürse gözüksün gerçekliğin zorunluluğu karşısında tuzla buz olur. Bu durumda gericilik ya kaçmaya veya tavır/hat değiştirmeye çalışır.

Devletin tüm TV’ler aracılığı ile para dilendiği gece pek çok insan bir çırpıda milyonlar milyarlar “bağış”layanların foyasını ortaya çıkardılar. Çünkü foyayı sezgisel olarak ortaya çıkaranlara gerçek kendisini dayatmıştı; bilinçli olarak ortaya çıkaranlar ise gerçekliği kullanmışlardı. 

Bağışa karşı dayanışma

19. yüzyılda Marx ve Engels çalışmalarında birkaç cümle ile de olsa burjuvazinin yoksullara karşı vicdanlarını aklamak için bağışlar yaptığını, bunun için klüpler kurduğunu yazarak burjuvazinin ikiyüzlülüğünü sergilemişlerdi. 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısı emperyalizmin yarattığı yıkımlara karşı özellikle emperyalist ülkelerdeki burjuvazinin, halk kitlelerini de arkalarına alarak bağış konserleri, etkinlikler düzenlediği bir dönem oldu. 

Ancak Türkiye son birkaç yıldır doğal afetlerde -hele ki devlet eliyle teşvik edilen bağışlarda- ya para dilenmeye dönüştü ya da ‘fazla mal göz çıkarmaz’ gibi bir tür sermaye birikimine çevrildi. 

Asıl niteliği bağış olan/olması gereken, ’99 depremi sonrası “deprem vergisi” adıyla zorla alınan paraların yıllar sonra yol yapımında sermaye olarak kullanıldığı ortaya çıktı. Son birkaç yılda orman yangınları, sel felaketlerinde ise bizzat Erdoğan’ın kendisi IBAN paylaşarak bağış kisvesi altında para dilendi. Bağış mekanizması burjuvazi için öyle bir noktaya geldi ki, 5’li çetenin baş üyesi Mehmet Cengiz bile, vicdanlarını dahi aklamak için değil, üzerlerine gelen öfkeyi az da olsa savuşturma aracı olarak kullanmaya başladılar. Bağış yaparlarken bile “daha ne yapalım” diyecek kadar yüzsüzleştiler. 

Ancak son yıllarda bağış mekanizmasının esas tetikleyicisi, burjuvazinin çok zaman önce terk ettikleri vicdan sıkıştırması değil toplumsal dayanışmanın güçlü bir şekilde ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır. 

Türkiye’de son yıllarda meydana gelen afetlerde devletin yokluğu öyle bir noktaya ulaştı ki, kitleler devletin harekete geçmesini bile beklemeden -ki çoğu kez de devleti arkalarında bıraktıkları tozu yutturacak hızda- harekete geçtiler. 

Devlet de bunu karşılıksız bırakmadı elbette. Devlet her felakettin bir noktasında kontrolü eline aldığı anda ilk saldırdığı her türden dayanışma oldu. Ya dayanışmayı fiilen tasfiye etti ya da AFAD gibi kurumların altına zorla soktu. Keza Maraş depreminde bu süreci Haluk Levent’in AHBAP derneği ve Oğuzhan Uğur’un bireysel destek çabalarında da gördük. Sol ve Kürt halkının dayanışmalarına en başından saldıran faşist rejim, en fazla liberal muhalif Haluk Levent, Oğuzhan Uğur gibilerinin yardım faaliyetlerine bile tahammül edemedi. Öne çıkan iki kişi de eninde sonunda devletin çektiği hizaya girdiler. 

Maraş depremi hepimize dayanışmanın önemini yeniden vurgulamakla kalmadı başta Marmara Depremi olmak üzere yakın bir zamanda olması muhtemel depremlere karşı daha şimdiden örgütlenilmesi, organize olunması gerektiği zorunluluğunu da bilince çıkarmamıza neden oldu.

Bağış ve dayanışma çelişkisinde sözü dünyanın vicdan sesi olan Eduardo Galeano ile bağlamak yeterli olacaktır: Hayırseverlik dikeydir, yukarıdan aşağıya iner. Dayanışma ise yataydır, yanındakine yardım eder.

Sermayeye karşı emek

Dünyada muhalefet siyaseti son 30 yılda sınıf çelişkilerini gözardı eden, bilinçli biçimde yok sayan, buna karşılık başta kimlik olmak üzere, tali olmasa da, emperyalist kapitalizmin sınıfa dayalı çelişkilerini çözme yeteneğine sahip olmayan çelişkilere yelken açtı, onlardan beslendi. 

Bugün emperyalist kapitalizmin neoliberal birikimin modeli her yerden patlıyor, çözülüyor, çürüyor. Barbarlığı da içerecek bu süreçte egemen güçlere karşı çıkmada gidilecek yolda en radikal yürüyenler dahi liberal burjuvaziye burjuvazinin çoktan terk ettiği ilkelere geri dönme çağrısından, talebinden öteye gidemiyor. 

Sınıf çelişkilerinin iyice keskinleştiği, gericiliğin dünya çapında ve küresel düzeyde barbarlığı da artık daha fazla ve açık biçimde içerdiği bir tarihsel süreçteyiz. Bu çelişkilerin nasıl çözüleceği, çözülmesi gerektiği sorusu günümüzde teorik bir lafazanlık sorusu değil, hayati düzeyde bir pratik sorusudur da.

Yazının en başında değindiğimiz nihilizm noktasına gelecek kadar çaresiz olduğumuzu düşündürecek, kollarımızı yana koyduracak pek çok şey yaşanıyor dünyada. Bu süreç basit ve aslında içi boş moral yükseltmelerle -amiyane tabirle-, gaz verme çabalarıyla, ahlâki sığınmalarla yürünemez. 

Sınıf hareketinin dünya ölçeğinde de üzerindeki ölü toprağı yavaş yavaş atmaya başladığı bir dönemde sadece sömürüsüz bir dünya isteyenlerin değil mevcut şartlardan bunalanların emek ve sermaye çelişkisine doğru bakması her geçen gün daha kolaylaşır hale geliyor. 

Elbette burada kastedilen kolaylık çelişkilerin daha keskin bir şekilde ortaya çıkması ve gözle görünür olmasına dairdir. Çelişkilerin şiddetlenmesine dair kolaycılığın en tehlikeli yol arkadaşı kendiliğindencilik de yanı başında bitecektir. 

Sermayeye karşı emeğe bakılması bu anlamda yeterli olmayacaktır. Sermayenin dünya tarihinden silinmesi hedefi başta olmak üzere sermayenin altını oyan her türden düşünce, pratik, eylem, örgütlenme, varoluş biçimini az-çok demeden bulmalı, yaratmalı, gözler önüne sermeliyiz. 

İnsanın gündelik hayatında bile sıtkının sıyrılmaya başladı bu günlerde, barbarlığa karşı sosyalizm yolunu açacak her türden dala tutunmak, o dalı büyütmek zorundayız artık.

Ayrıca Kontrol Et

Ernst Thälmann: Alman Proletaryasının Kararlı Önderi

Ernst Thälmann 16 Nisan 1886'de doğdu: Proleter öfkeyle coşku birleştiğinde öyle bir silah doğar ki, sermayenin paralı askerleri onun benzerine asla sahip olamaz