Ölümsüzleşmesinin 22. yılında Tuncay Günel



Tuncay Günel yoldaş, 12 Nisan 2001’de, Ölüm Orucu’nun 123. gününde ölümsüzleşti.


Şimdi gövdelerini kafeslere çarpa çarpa
Yaşamın zirvelerini tutmuş bütün şahanlara
Şarkılar söyleyin tarla kuşları
Uslanmaz olsun…

20 Aralık 2000 öğle saatleri…  Bayrampaşa’dan  Edirne F tipine  getirildiğimiz ringlerin içindeyiz. Ancak burası da Araf değil bir başka cehennem… Bir gün önce saatlerce dünyanın gazını yemişiz… Giysilerimize bile öyle gaz sinmiş ki, sevk aracının arka bölmesinde oturan askerler arabanın içinde gaz maskeleriyle oturuyorlar. Biz ise herbirinde nohut büyüklüğünde 10-15 delik bulunan birkaç pencereden sızan “hava” ile yetinmek zorundayız… Birçoğumuz yaralı; aramızda  Ölüm Oruççuları  da var, birkaçımız dışında diğerleri de açlık grevinde. Buna rağmen saatlerdir ne su vermişler ne şeker; ne de tuvalete gidebilmişiz. Ama hepimizin asıl derdi kelepçeler… Ellerimiz arkadan öyle sıkı zincirlenmişti ki, daha Bayrampaşa’dan çıkmadan kollarımız acıdan uyuşmuş, bedenlerimizin üst yarısı sanki iğneli bir fıçının cenderesine alınmış. Arabanın her sarsıntısı, uyuşan kalçalarımızı veya bacaklarımızı oynatmak için yaptığımız her hareket artık hissetmediğmiz kollarımızın varlığını hatırlatmakla kalmıyor, boyundan bele kadar her yerimizden acı fışkırıyor…

Yaşamda kimi an veya kesitler vardır; kimin ne olduğunu fazla söze gerek kalmadan bütün çıplaklığıyla gösterir. Eskilerin deyişiyle, “adamla cüdamın farkı” asıl öyle anlarda çıkar ortaya…

Edirne’ye gece yarısı vardığımız halde, bilinçli olarak 8-10 saat bu vaziyette bekletilmiştik. Toplam 4 arabaydık. Bizimkine sıra birkaç saat daha bekledikten sonra geldi. Arabadaki herkesin ortak görüşüyle önceliği ÖO’cularla ağır yaralılara verdik. İlk “çiğlik” bunun arkasından kustu kendini. Arabadakilerin belki de en sağlamı, ara kapı tekrar açılır açılmaz kendi yoldaşlarıyla bile doğru dürüst vedalaşmadan “Ben gidiyorum” dedi ve attı kendini dışarı… O koşullarda bencilliğin bu kadarına “pes” demekten başka yapılacak bir şey yoktu. Bunun üzerine aramızda konuşup en sona kalmayı kararlaştırdık. Herkes gittikten sonra kendi içimizde de bir düzene göre sırayla göndermeye başladık yoldaşları. Ve nihayet 3 kişi kaldık arabada: İki eski yoldaş ve de  Tuncay… “Haydi” dedik, “hazırlan, kapı açılınca şimdi sen gideceksin!..” Doğru bulmadığı ya da hoşuna gitmeyen bir şey olduğu zaman çok duyduğumuz o inatçı “Hayır”larından biri daha çıktı ağzından. Ama bu kez ne öfkelendiği zamanlarda olduğu gibi kıpkırmızı kesilmiş ne de heyecanlandığı zamanlardaki gibi bembeyaz bir yüzle kesik kesik konuşmaya başlamıştı. Ermişlere özgü bir sakinlikle ama kararlılığı belli bir toklukta, “Hayır yoldaşlar!” dedi; “Sizleri en arkaya bırakıp gidemem! Sizlere ne olduğundan emin olabilmek için bu arabadan en son ben ineceğim!..” O koşullarda bile ne o eziyet ve işkenceden bir an evvel kurtulma telaşı içindeydi ne başına gelebilecekleri düşünüyordu…  Her zamanki gibi tek düşüncesi ve önceliği örgüt ve yoldaşlarıydı…

Tuncay’da ‘özel‘  olan…

Tuncay “kısaca” nasıl anlatılabilir? Böyle bir zorunluluk durumunda öncelikle onun hangi özelliklerini anmak acaba daha doğru ve isabetli olur? Emekçiliğini mi? Gelip geçici bir heves olmadığını her halinden anladığınız devrimcilikteki kararlılığını mı? Hiçbir işten kaçmayan çalışkanlığını ve fedakarlığını mı yoksa zaman zaman kendine bile eziyete dönüşen çalışma ve yaşam disiplinini mi? İnsanlarla ilişkilerinde devrimci bir seçicilikle laubaliliğe izin vermeyen bir samimiyeti kendine özgü bir bileşimde harmanlayan sosyalliğini mi yoksa kendi kendini kahrettiği sakarlıklarına bile şirinlik kazandıran o çocukcu sevimliliğini mi?.. Bunların herbiri ‘bir parça’ Tuncaydır; ama Tuncay’da ‘farklı’ ve ‘özel’ olan herhalde ‘gelişmede engel ve sınır tanımayan bir irade küpü’ olarak tanımlanmalıdır! Tuncay’ı biraz olsun tanımış olan herkes, onun bütün özellikleri içinde en öne çıkan özelliğinin, kendini geliştirme konusunda gösterdiği tutkulu irade ve bu konuda çıplak gözle dahi izlenebilen hızlı gelişim olduğu noktasında herhalde ittifakla birleşir.

Üç boyutlu gelişme

Tuncay somutunda “gelişme” kavramını öncelikle  üç boyutlu bir süreç  olarak düşünmeniz gerekir: İleriye doğru, enine ve derinlemesine… “İleriye” doğru olan, zaten bir ölçüde veya potansiyel olarak varolanların daha da geliştirilip yetkinleştirilmesini anlatır. Mevcut bir temelin üzerinde yükseldiği için bu süreç ‘evrimci’ bir tempoda da yürüyebilir. “Enine” gelişme, önceden sahip olunmayan yeni nitelik ve becerilerin edinilmesi sürecidir ki, ‘niteliksel bir farklılaşma’ özelliği içermekle birlikte eğer önceden hazır bir birikim temeli üzerinde yükseliyorsa o da fazla ‘zorlu’ ve ‘zorlayıcı’ seyretmeyebilir. Bunlar içinde herhalde en zorlayıcı olanı, sadece niceliksel bir artışı değil bununla birlikte niteliksel bir sıçramayı da içeren “derinlemesine” gelişme sürecidir ki, o bile eğer önceki temeliniz güçlüyse nispeten ‘rahat’ ve ‘kolay’ seyreder. Tuncay’ın gelişme süreci, işte bu üç boyutu da içeren, aynı anda her üç yönde de ilerleyen ve sırf bu özelliği nedeniyle bile olağanüstü ‘zor’ ve ‘zorlu’ bir süreçtir.

Fakat Tuncay’ın gelişim seyrinde bu “zor”luk kat kat fazladır, ki bu ondaki değişim ve gelişmeyi olağanüstü kılan  ikinci özgün noktadır.  Tokat’tan  İstanbul’a ‘80’lerde göç etmiş emekçi bir ailenin çocuğuydu, köy yaşamının ardından yoksul varoş yaşamı içinde şekillenmiş, ancak ilkokulu bitirebilmişti. Yani gördüğü eğitim ve kültürel birikimi sınırlıydı. Çocukluğundan itibaren çeşitli işlerde çalışmak zorunda kalmıştı fakat henüz çok genç olduğu için hayat tecrübesi de sınırlıydı. Öncesine dair bu eğitim ve kültürel birikim-altyapı zayıflığına karşın, birkaç yıl içinde Marksist felsefeden estetiğe, siyasetten spora, bilimden yemek kültürüne, tiyatro ve sinemadan futbola ve sağlığa kadar çok geniş bir yelpazede artık yavaş yavaş ‘kendi’ bilinçli ölçülerini oluşturmaya başlamışyeni bir kişilik ve gusto sahibi olmaya sıçramanın çarpıcılığı ortadadır; ama asıl bunun nasıl muazzam bir çaba ve emek gerektirdiği de çok açıktır.

Örgütle yeni tanıştığı dönemde katıldığı bir eğitim çalışmasında kapitalizmin aşırı üretim krizi ve bunun yarattığı bunalımlar anlatıldığında, “O zaman niye temiz hava alıp rahatlatmıyorlar?” diyebilecek kadar masumane bir saflık ve teorik gerilik içindedir. Ancak ilerleyen yıllarda bütün Marksist klasikleri belirli bir plan dahilinde sistematik olarak incelemeye girişmiş ve bu konuda gözle görülür bir mesafe kaydetmiştir. Zaten hedefe kilitlenmek ve başladığı bir işi sonucuna kadar götürmek Tuncay’ın ayırdedici özelliklerinden biridir. Her şeyi dolu dolu yaşar, hızlı düşünür, hızlı konuşur, hızlı hareket eder, çabuk tepki verirdi. En çok kızdığı davranışlardan biri de, işlerin sündürülmesiydi. Birçok şeyi birlikte yapabilmek ve yaptığı her şeye yeni bir özellik katabilmek isteği, kimi zaman olmadık sakarlıklara da yol açardı. Böylesi durumlarda çok üzülür, kendine kahreder ama onu kendi kafasında çözümleyerek bir daha tekrarlamamak için gerekli ders ve sonuçları çıkarmasını da bilirdi.

Amacı ‘kendine göre’ değil, kendini ‘amaca göre’  tanımlamak

Basit bir ilerleme ile sınırlı olmayan değişim ve dönüşüm süreçleri, sadece “istemekle” sonuca götürülebilecek süreçler değildir. Başlangıçta büyük bir istekle yapılan “iddialı” planlar ve ilk hevesle atılan adımların ardından zorlanmalar arttıkça genellikle kırılma ve yüzgeri etmelerle noktalanır.  Başkalarından çok daha yoğun bir emek ve çaba harcamasını gerektirdiği halde kendisini adeta ‘yeniden yaratmayı’  başarabilen Tuncay’ın bu olağanüstü performansının sırrı nerededir? Bunu kısaca, ‘amacının niteliği ve netliği’  olarak tanımlayabiliriz.

“Değişim isteği” kimilerinde hayatın veya çevreleyen koşulların dayattığı bir “mecburiyet hali” sonucunda ortaya çıkar. Kimileri daha çok “Desinler…” diye “değişiyormuş  gibi yapmaya” yeltenirler. Bir başka değişim etkeni “heves”tir ama tıpkı “olsa iyi olur” şeklindeki bir düşünceden kaynaklanan yönelimler gibi onun da soluğu çabuk tıkanır. Tuncay’ı bu konuda ‘farklı’ kılan belirleyici etken, ona bu konuda yol gösteren amacın farklılığıdır.  Tuncay, “değişmiş  olmak için” veya “desinler” diye vb. “değişmeye” soyunanlardan farklı olarak, “21. yüzyılın devrimcisi nasıl olmalıdır?” düşüncesinden hareketle kendini bu niteliklerle donatmaya yönelmiş bir devrimciliğin temsilcisidir. Yani o, güne ve kendisine, düne veya başkalarına bakarak değil yarınlara ve olması gerekenlere bakarak yaklaşan, dolayısıyla ölçülerini ve hedeflerini buna göre belirleyen ve kendini de bunun gerektirdiği niteliklerle donatıp buna göre konumlandırmaya yönelen bir devrimcilik tarzı ve anlayışının temsilcisidir. O’ndaki değişim isteği ve iradesi bundan dolayı çok güçlü ve dayanıklıdır; sadece belirli yönlerde ilerleme ile sınırlı olmayan bir çokyönlülük ve bütünsellik taşır; bu yüzden niceliksel bir artış ve çoğalmadan çok niteliksel bir farklılaşma özelliği daha belirgin ve baskındır; yavaş ve evrimsel bir gelişmeden çok gözle izlenebilir sıçramalara dayalı bir seyir izler; sınırları parçalama esasına dayandığı için sınırsızdır…

Tuncay, “belirli yönlerdeki gelişme ve antifaşist devrimcilikle sınırlı bir devrimcilik tarzı ve anlayışı artık ömrünü tamamlamıştır” tespitinde bulunan  TİKB 3. Konferansı’nın ruhunu en iyi kavrayan ve bu temel mesajı kendi özgülünde somutlama yönelimine girmiş kadrolar arasındadır. Daha geniş bir çerçevede ise onu, ‘militan bir antifaşist devrimcilikten bilinçli komünist işçi sınıfı devrimciliğine sıçramanın prototipi’ olarak tanımlayabiliriz. Sınıf devrimciliği yönelimi, emekçi yapısı ve yaşam koşullarının da etkisiyle ince bir damar halinde gerçi onda öncesinde de vardır. Bu damar,  EKK’nın ilk örgütlenme sürecinden itibaren genişlemeye ve açılmaya başlamıştır. O günlerde EKK örgütlenmesini  Merter’e taşıma çabaları sırasında önce tekstil atölyelerine işçi olarak girmenin yollarını aramış, iş bulamayınca bu kez bölgede tanıştığı simitçilerin yardımıyla ‘simitçi’ olarak postu Merter’e sermiş. İşçilerin molalarda toplandıkları parklar ve büyük tekstil atölyelerinin önü artık ‘simitçi Tuncay’ın mekanlarıdır. Ancak ilerleyen yıllarda sınıf devrimciliği yönelimi ve bunu kavrayışı da, bütünsel komünist sıçramalı gelişimine bağlı olarak derinleşmiş ve olgunlaşmıştır.

Taşıdığı bütün devrimci özelliklere rağmen istikrarsızlığı ve soluksuzluğu başta olmak üzere devrimci değerlere ve sosyalizm düşüncesine oldukça yabancı çizgi ve özellikleri de bünyesinde taşıyan “semt devrimciliği”nin, örgütleri bile ‘kendine benzetmeyi’ başarabildiği ‘90′ların Türkiyesi’nde bu dönüşümü gerçekleştirebilmiş olmanın kendisi, başlı başına büyük bir ideolojik siyasal anlam ve önem taşır.

tikb.org

Ayrıca Kontrol Et

Mega Polietilen’de ilk kazanım: Yetmez, direnişe devam!

2 aylık ücretleri ödenmediği için 10 gün önce BİRTEK-SEN öncülüğünde üretimi durdurarak direnişe başlayan Mega Polietilen’de işçilerin ilk kazanımı 1 aylık ücretlerinin hesaba yatırılması oldu